OLGU ÜLKENCİLER
Zevkli Rezalet
3 – 26 Ekim 2013
basın bülteni
Olgu Ülkenciler’in
Resimleri Üzerine…
Emre Zeytinoğlu
Milano’daki “Cimitero Monumentale” de yer alan mezar
heykelleri, Umberto Eco’ya göre bir cehennem yaratmışlardır. Kentin bu eski ve
görkemli mezarlığı, klasizmin en büyük ustalarından biri olan Antonio Canova’ya
ait heykellerle süslü olmasına rağmen, ortalığa hoyratça bir hava yayıyordu ki
cehennem de işte burada beliriyordu. Aslında Eco, heykellerin “çirkin” ya da
ölçüsüz olduğundan hiç söz etmemişti; hatta bazen bunların “güzelliğini” bile
vurgulamadan geçmiyordu. Cehennem, demek ki “güzel” ya da “çirkin” diye
algılanan şeylerin uzağında bir yerlerde doğmaktaydı ve onu inşa eden şey, bu
heykellerin tasarımına gizlenmiş “kötücül” bir güç olmalıydı: Sanki “kötü ruh”
gibi…
Eco’yu okumaya devam ettiğimizde, söz konusu “kötü ruh”un
nasıl bir şey olabileceği konusunda ipuçları yakalamaya başlarız ve karşımıza
önce bir “ıstırap” konusu gelir. Evet,
bu heykeller ıstırap abideleridir; yaydıkları
o hoyrat havanın kaynağı da büyük olasılıkla budur. Ama şu vardır: Bir
mezarlıktan başka hangi duygu beklenebilir ki? Elbette en ezici duygu olarak,
ıstırabın derinlerinde gezinmek, belki bir ara merhamet ve bağışlayıcılık
duygularının kıyılarında soluklanmak… Sonra yeniden bir ıstırap…
O halde “CimiteroMonumentale”yi cehennem yapan bu mudur;
ölüler arasında ıstırabın en derinini hissetmek mi? Ve o halde Canova’nın
heykellerinin hoyrat tavrı buna mı bağlanmalı? Belki bu ilk bakışta yeterli bir
çözümleme gibi durmaktadır; oysa şunu da düşünmeli: Istırap duygusu niçin
hoyratlık ile birlikte anılsın? Hayır, hoyratlık ıstırabın dışında, başka bir
yerde aranmalıdır; ayrıca “kötü ruh”un ıstırap ile ilgili olmadığını da hepimiz
biliriz. Yeniden Eco’ya bir göz attığımızda, o bize ilerleyen satırlarda bu
sorunun yanıtınıapaçık verecektir; şöyle yazar: “Istırap tasarımı, bir mezarlık
içinde hiç de yersiz kaçmıyordu. Evet, yersiz kaçmıyordu, ama en azından
hoyratça görülebilecek bir şeydi de; burada, bu özel durumda, benimsenecek
doğru tutumu, örtülü bir biçimde insana buyurup duruyordu. Çünkü yontu, bir
kimsenin mezarının nasıl ziyaret edilmesi gerektiğini söylüyordu; böylece
kişisel davranışımızın ve duygularımızın bireysel anlatımına yer bırakmıyordu.”
Hoyratlık dayatmadadır ve o dayatma da cehennemi
yaratmıştır. “Güzel” ya da “çirkin”in, sevincin, huzurun ya da ıstırabın,
anlaşılır ya da anlaşılmazın, ölçülü ya da ölçüsüzün ve daha bunlar gibi pek
çok şeyin dışında kalan bir kaynaktan akmaktadır cehennem: Dayatmanın
hoyratlığından; o hoyratlığın ise duygularımızı sınırlamasından… Duygusal bir
etki önceden hazırlanır ve klişe bir biçim ile karşımıza getirilir; orada denilen
şudur: Senin için gereken duygu, işte bu biçimin ta kendisidir… “Üzüntü”,
ağlayan bir çocuk portresidir; o anda başka bir şey olamaz. “Coşku”, zıplayan
ve kahkahalarla dans eden bir kalabalıktır; farklı yerlerde aramanın bir anlamı
yoktur. “Kahramanlık”ta bayraklar gururla dalgalandırılır (ya da müzik, marş
ritmine sarılır; heykel figürünün bir kolu, kılıcı gökyüzüne doğru uzatır, at
şaha kalkmıştır, bakışlar geleceği kavrar). “Özgürlük”, kalkan yumrukların bir
kompozisyonu olur (o kompozisyona birkaç slogan yazılabilir ve işaretler
eklenebilir). “Mutluluk”, sevgiyle birbirlerine bakan iki insandır (kimi zaman
da pastoral senfoni eşliğinde kırlarda koşan bir gencin, geniş açılı görüntüsü…
Bu bir aşığı düşündürecekse, bir köşeye bir “kalp” yerleştirmek yeterli
olacaktır). Ve her duygunun bir klişesi bulunur; söz konusu klişeler, küçük
farklarla belleklere o kadar iyi yerleşmiştir ki “o duygu” tam olarak
karşımızdaki biçimdir. Böylece cehennem, duygularımızın sonsuz derinliğini
sıkıca bağlar ve tüm kıpırtıları yok ederek onu sığlaştırır;tam tersi de
söylenebilir: Duygularımızın sıkıca bağlanması, cehennemin tanımıdır.
Tuhaftır ki cehennemin verdiği bir zevk vardır. Çünkü art
arda sıralanan bu farklı duygu klişeleri, kişiyi yüzeysel duygular arasında
hızla dolaştırabilir. Derinlik yok olmuştur, ama onun yerini çeşitlilik
almıştır (hem de “bol çeşitlilik”). Üstelik bu klişelerden her biri de
duygularımızı bizim yerimize kolayca tanımlayan olanaklar sunarlar: Deniz ve
rüzgâr, olamayacakları kadar birbirlerine yaklaşmışlardır; deniz en büyük
dalgalarını küçük bir yelkenliye doğru savurmakta ve neredeyse ölümün nefesini
yüzümüze üflemektedir, rüzgâr ise mavi gökte en belirgin izlerini ortaya
koymaktadır. Salonlar, tanıdığımız eşyalarla doldurulmuştur ki onlar bize ya
zenginliği ya da fakirliği tattırır. Kötü insanlar kesinlikle nefret edilecek
kadar kötü, iyi insanlar kesinlikle sevdayla bağlanılacak kadar iyidir;
bunların karakterlerinin değişebilmesi mümkün gözükmemektedir. Doğa hiç
zedelenmemiştir; kırlar huzuru yükseltecek ölçüde yemyeşildir ve ormanların bir
gizeme sahip olmak adına büyülü bir atmosferden başka seçeneği yoktur. Fakat tüm
bunların içine biraz daha ruhsallık katmak gerekebilir; onu da karşınızda duran
yapıt kolaylıkla halledecektir: Ufuk iyice puslu bir manzara oluşturur, yağmur
yağar ya da bir gökkuşağı belirir; bir yaprağın ucundan damlayan su, küçük bir
kır hayvanının üzerine düşer vb.
Önemli olan şiirsel bir havanın yansıtılmasıdır; her tür
şiirsel malzeme yan yana dizilmiş ve izleyicinin fazla bir çaba göstermesine
gerek kalmaksızın, ona anlam derinliği olmayan, onun hayal gücünü harekete geçirmeyen,
hazır bir “şiirsellik kalıbı” sunmuştur. Derin bir ruhsallık için zamanı ya da
isteği olmayanların şiiri, bu yolla icat edilmiştir işte: Hazır bulunmuş bir
şiirselliği seyretmenin her zaman ayrı zevki vardır. Aslında beğenmemeniz
gerektiğini düşündüğünüz, ama beğenmekten de kendinizi alamadığınız bir
durumdur bu… Bayağı ve sıradan olanın zevk veren şiiri: Kitsch… Tam tabiriyle, bir “şiir dayatması” ya da sanatın “kötü
ruhu”…HermannBoch’vari bir söyleyişle: Sanatta bir kötülük öğesi…
Kitsch, estetik
kuramcıların ortak fikri olarak, sanatın yerini tutan, ama sanat olmayan bir
şeydir; izleyicinin yalnızca bir takım semboller ile yetindiği ve onların
işaret ettiği “tek yön”den başka bir yol izleyemediği, kendi edimsel gücünü hiç
kullanmaksızın bir zevk duygusu tattığı, süslü bir “doğrudan etki” aracı…
Şimdi bu yukarıda yazılanlar çerçevesinde Olgu Ülkenciler’in
“Zevkli Rezalet” adlı sergisine baktığımızda, neredeyse Kitsch’in en kısa yoldan yapılmış bir tanımı ile karşılaşıyoruz.
Burada sanatçı, Kitsch’i şimdiye
kadar bir “kötülük”, bir “eksiklik”, bir “bayağılık” ve bir “sahte şiir” olarak
tanımlayan birçok kuramcıyla fikir birliği etmişçesine, “rezalet” sözcüğünü kullanıyor. Ne var ki bu sözcüğün
hemen başına da “zevkli” sözcüğünü eklemekten kaçınmıyor ve bu ek, elbette
büyük ölçüde, sanatçının bize anımsatmaya çalıştığı bir duruma gönderme
yapıyor: Kitlenin genel eğilimleri içinden, sanata bakmak… Bir şikâyet ya da
bir uzak durma çabasından çok, ironik bir yaklaşım… Bir olasılıkla, kendisinin de
içinde bulunduğu bir cehennemin; yani düzleşmiş algılar içinde hâlâ “şiir”den
söz edilen (ama bu söz edilenin asla “şiir” olmadığı; dayatılmış duygulardan
başka bir şey de olmadığı) ortamın tam bir ironisidir “zevk”ten konu açmak. Üstelik
sanatçının, bu sergideki resimlerinde sürekli olarak kitsch’e ait ya da en azından kitsch’i
ima eden biçimler kullanmış olması, bu ortamın kendisi için de “zevk
alınabilecek” karakterde olduğunu gösteriyor ki bu durum, ironiyi bir kat daha
yükseltiyor.
Ancak kitschkonusu,
kolaylıkla dışlanacak ve hemen bir yana atılacak bir konu değildir. Hiç kimse kitsch için söylenmiş ya da yazılmış
onca olumsuz tümceye rağmen, bunun sanatsal kategoriler dışında kaldığını iddia
edemez; zaten böyle bir tümceye rastlayabilmek de olanaksızdır. Kitsch estetik bir yapıta monte
edilebilen bir parça olarak da görülebilir; açıkçası (yine Boch’un ağızı ile
konuşursak), “o, sanatın oğludur”. Sanat
yapıtının girift anlamlarının, çözümü zor ve karmaşık haz yöntemlerinin arasına
sıkıştırılan ve izleyicide ani etkilerin yaratılmasında kullanılan bir
“araç”tır. Böyle olunca, Olgu Ülkenciler’in resimlerinde yer verdiği kitsch’e ait biçimleri de yadırgamamak
gerekir.
Oysa sanatçının yaptığı iş, gene de daha farklı bir yerde
durur. O, ani etki yaratma yöntemine başvurmaktan çok, kitsch ile ilgili verileri yeniden bir kompozisyonun içinde “asli
öğe” halinde kullanıyor; daha açık bir söyleyişle, tümüyle kitsch’in biçimlerinden estetik dizgeler oluşturarak, onları
yeniden girift ve izleyicinin farklı okuyabileceği anlamlara dönüştürüyor. Bu
yolla Olgu Ülkenciler’in bu sergisi, estetik bir temel üzerine yerleştirilen kitsch parçaların, yeni bir bütünlükte
denenmesi gibi duruyor.
Sonuçta belki bu yazının başında verilen örneğe geri
dönülerek, şöyle bir yorum yapılabilir: CimiteroMonumentale’deki
heykellerin biçimlerini hiç değiştirmeksizin, onların yerleri üzerinde basit
oynamalarla köklü bir düzenlemeye gidilerek, acaba mezarlık ziyaretçilerine
yüklenmiş hoyratça dayatma nasıl yok edilebilir? Ya da sergi izleyicisi bu kitsch biçimlere bakarken, acaba kendi
duygularını keşfetme sürecinde, bu yeni düzenleme ile hangi olanakları
yakalayabilir? Kısacası, kitsch’i
kullanarak, cehennemden (ve “kötü ruh”tan) kurtuluşun kompozisyonları nasıl
gerçekleştirilebilir?
Böyle bir deneme, sonuçları ne olursa olsun, ilginç bir
düşüncenin ürünüdür doğrusu.
C.A.M. Galeri /
Akaretler
Şair Nedim Cad. No:25A, Akaretler, İst.
Tel: +90 212 245 79 75