İnsanlığın
teknolojik yolculuğu ateş ve
tekerlekle başladı; sonrası barut ve
tüfek...
Yüzlerce
değil, binlerce yıllık uyuşukluk döneminde insan, tıpkı diğer bütün canlılar
gibi, tabiatla bütünleşik yaşadı. Sorgulamadı, eleştirmedi, değiştirmeye
çalışmadı. Kabullendi: mutluluk kavramını bilmeden keyfini çıkardı. Fakat, çoğaldı. Kullandığı doğal
kaynaklar azaldığında üremesini
yavaşlatması gerekiyordu, beceremedi; açlık korkusu ile irkildi, uyandı.
Bölgesini diğerlerinden koruması veya diğerlerinin bölgesini ele geçirip
açlığını gidermesi gerekiyordu. Kılıç, ok, kalkan derken barutla, tüfekle
kaynak savaşlarına başladı. Üremeyi durdurmayı hiç düşünmedi, zaten beceremezdi
de. Neyse ki mikroplar ara sıra bu işi üstleniyorlardı. Eh, savaşlarla da
bilmeden, doğanın en katı kurallarından birini yerine getiriyor, nüfusunu
azaltıyordu. Fakat...
İnsan akıllı
idi. Artık uyanmıştı: ölmekle öldürmek aynı şey idi, nerede durup nereden
baktığına göre değişiyordu sadece. Öldürmeyi reddetti, kabullenemedi, fakat
yetmiyordu; çoğalma durmuyorsa öldürmekten / savaştan başka bir yol bulmak
zorunda olduğunu gördü. Düşündü, sorguladı, eleştirdi... Gördü ki çaresi tekti: ya kaynakları arttırmak ya da
kaynakları adil bir paylaşımla ortaklaşa kullanmak. İkisini de yaptı, denedi. Birini hiç beceremedi, ortaklığın kölesi olmak
insana göre değildi. Diğerini beceriyor ama dünyanın yokolması pahasına!.. Kaynaklar
arttıkça atıkları da artıyor ve bu sadece insanın değil, bu gidişle bütün bir
dünyanın da sonu olacak. Bu ikilemin bir üçüncü ucu yok fakat ikisi de
birbirinden beter: ya köle olarak yaşarken ölmek ya da atıklarla birlikte
zehirlenerek dünya ile birlikte yok olmak. “Ne siyah ne beyaz!..” sloganlarının
insanlığı ve dünyayı kurtaramayacağı gün gibi ortada ve aklın gösterdiği tek
bir çözüm var: atık üreten bütün üretim metodlarını terk etmek ve köle olmadan
eşitçe paylaşmak.
Atık üreten
metodları terk edebilmek için, atık üretmeyen metodları bulmak zorundayız. Atık üretmeyen metodların
bulunabilmesi ise, sadece ve sadece “göremediklerimizi görmekle” mümkündür.
Çünkü (korumak için) kopyalamak zorunda olduğumuz doğa, hiç atık bırakmadığı
yaşam döngüsünde, çıplak gözle göremediğimiz maddeleri ve yolları / metodları
kullanıyor.
Tesadüf bu
ya, insan, teknolojik yolculuğuna barut ve tüfekle devam ederken, neyse ki
bazıları boş durmuyor, neye yarayacağını hiç bilmedikleri bir merak ve
heyecanla kaynakların kaynağını, doğayı incelemeye, anlamaya çalışıyor; hayatlarını (büyük çoğunluğu) hiç
karşılık beklemeden bu yolda harcıyorlardı. Gözlerimizin önündeki yıldızlar ile
gezegenlerin yanı sıra diğer merak edilen şeylerden biri de, gözlerimizin
önünde olmayanlar, görünmeyenler, yani hissedebildiğimiz ve/veya var olmaları
gerektiğini düşündüğümüz fakat “göremediklerimiz” idi. Yani, bugünkü dille
söyleyecek olursak, makro ve mikro dünya...
İnsan, döktüğü
ilk kandan binlerce yıl sonra, milattan önce ikinci yüzyılda, suyun ışığı
kırdığını keşfetti (1). Milattan sonra birinci yüzyılda nihayet, kenarları ince
ortası kalın camlarla Romalılar, küçük nesneleri büyüterek incelemeye
başladılar (günümüzde kullanılan “lens” kelimesi, Latincede mercimek anlamındaki
“lentil” den geliyor). Dünyanın ilk
fiziksel optik kitabı, lensin keşfinden 9 yüzyıl sonra ibn al-Haytham tarafından yazıldı(2). Lenslerin
gözlüklerde ilk kullanılması, Salvino
D’Armata (3) ve Rocer Bacon (4) ile oldu. Nihayet, dünyanın ilk mikroskobu, Zacharias
Janssen ile babası tarafından, 1590 (1595 de olabilir) yılında yapıldı (5). Uçlarında lensler
bulunan, birbirlerinin içine geçmiş, ileri geri hareket ettirilerek toplam uzunluğu
değiştirilebilen 3 tane tüpün / borunun icadı için binlerce senesini verdi
insan. Fakat, 15-20 yıl geçmeden ilk teleskopunu yapmayı başardı(6)
Birkaç
yüzyıldır kullandığımız atık üreten teknikler
ile zararlarından tamamen habersiz iken, atık kavramının ne olduğunun henüz hiç
bilinmediği zamanlarda insan, hayatın
nasıl oluştuğunu merak etti ve bir tanesi, mikroskobun keşfinden yaklaşık 80-90
yıl sonra, kendi elleriyle yaptığı mikroskopla mikroorganizmaları keşfetti (7).
Günümüzde, bu öncü insanların açtığı
yolda ilerleyen bilim, bu
mikroorganizmaları kullanarak yosunlar, bitkiler ve çeşitli hammaddelerden “petrol”
üretiyor; petrol atıklarını organik maddelere (ve hatta yeniden petrole) dönüştürüyor.
Fakat bu ve
buna benzer bilimsel buluşların çok büyük bir çoğunluğu, henüz laboratuar
düzeyindeler ve seri üretimleri olmadığı için güncel hayatımıza girebilmiş
değilller. Kullanıma hazır olanlar ise, üretimde çok maliyetli dönüşüm
bedelleri gerektirdiği için olsa gerek, rekabete dayalı sistemimizde tercih
edil(e)miyor. Ya bu üretim teknikleri zorunlu kılınmalı(?) ya da tüketici,
maliyet farkını göze alıp bu ürünlere yönelerek üreticiye cesaret vermeli(!).
Sanayi
devriminden günümüze, “kaynakları arttırmayı” tercih ederek delicesine üreten
insan, doğal yaşamın kırmızı alarm vereceği günleri acaba önceden hiç hesapladı
mı, bu bilinmez. Şu bir gerçek ki tükettikçe daha çoğunu talep eden, ürettikçe
daha çoğunu üretme gayreti içine giren
insanlar olarak hepimiz bu alarmdan sorumluyuz. Hep birlikte bir kısır döngüye
kapılmış, bilinçsizce üretiyor ve tüketiyoruz. Hiç birimizin sahnede sabit bir
yeri ve rolü yok: üretici de tüketiyor, tüketici de üretiyor; şikayet edenle
ellerini oğuşturan arasında bir fark yok.
İşte böyle bir ortamda, 80’li yılların sonu, 90’ların
başında iken, Amerikalı Mimar William MC
Donough(8) ile Alman Kimyager Prof Dr.
Michael Braungart(9), Cradle of Cradle to
Cradle adını verdikleri bir felsefe ile ortaya çıktılar ve insanı /
insanlığı uyardılar(10). Tıpkı bütün canlılar gibi, tıpkı tabiattaki her şeyde
olduğu gibi, ürünlerin de biyolojik bir yaşam döngüsü olması gerektiğini;
ürünlerin geride hiçbir atık bırakmadan tekrar doğaya veya üretime geri
dönmemesi halinde dünyanın yaşanmaz olacağını deklare ettiler / ediyorlar. Ürünlerin
biyolojik yaşam döngüsüne girebilmelerinin yani “atık=ürün” formülasyonunun
(/paradigmasının) hayata geçirilebilmesinin ilk ve vazgeçilemez koşulu,
hammaddelerin de organik olmasını ve/veya inorganik hammaddelerin organiğe çevrilebilmelerini
gerektirir. Bilimsel önkoşulu bir yana, bu deklarasyonda sosyolojik bir
başkalık da var: ürünlerin de tabiatın bir parçası olduğunun / olması
gerektiğinin kabulü isteniyor. İnsan o güne kadar ürettiği ve kullandığı her
şeyi, kendi dışında bir cisim / inorganik / soğuk ve ruhsuz bir madde / adeta
bir “öteki” olarak algılamaya alışmış, değerini sadece para ile ölçerken / para
ile alıp satarken; ürüne doğum-yaşam-ölüm
döngüsüne tabi bir kimlik yüklemek elbette kolay değil; bu yeni, yepyeni bir
paradigma ve her paradigma değişiminde olduğu / olacağı gibi bütün bir sistemin
/ metodların / kalıpların... yıkılması ve değiştirilmesi gerek. Öyle ya, “geridönüşüm” adı altında inorganik
atıkların yeniden kullanılması, yeni inorganik atıkların da sebebi oluyorsa,
inorganik maddeleri hiç üretmemek / kullanmamak gerekmez mi?.. Problem,
inorganik maddelerin yerine konulabilecek organik maddelerin var olup olmadığı ve/veya gerekli
organik hammaddelerin üretilip üretilemeyeceği, yani insanın sahip olduğu bilimsel
ve teknolojik düzeyin yeterliği... Zaten paradigma aslında bu değişikliği
içeriyor, bilime yeni bir hedef koyuyor. Bilim, organik maddeleri inorganik
maddelere dönüştürerek hammadde olarak kullanmanın ve ürün ömrünü tamamladıktan
sonra, inorganik formun yeniden organiğe
dönüşmesinin yollarını araştırmalıdır.
Cradle to Cradle (C2C) felsefesi, her nekadar kelime anlamı
ile “beşikten beşiğe” ise de “organikten organiğe” anlamı ile yüklüdür. Organik
bir malzemeden, ağaçtan yapılmış bir beşikle içinde barındırdığı, koruyup
kolladığı bebek arasındaki ortak nokta, her ikisinin de biyolojik ve doğaya
geri dönecek olmaları değil mi?.. Konseptin fikir sahibi Braungart, insanlığın
mevcut üretim sistemlerinde inorganik
(ve geri dönüşümsüz) malzemeler kullanmaya devam etmesi halinde gezegenin bir
mezarlığa dönüşeceğini ve geri dönüşüm çabalarının, mezarlığa dönüşmeyi
geciktirmekten ve zararı arttırmaktan başka bir işe yaramayacağını
söylüyor.
Cradle to Cradle (C2C) felsefesinin temel amacı, 90’lı
yıllarda Chlorofluorocarbon gazının buzdolabı ve klimalarda kullanımının yasaklanmasının
çok çok ötelerindedir. Bu felsefe, geleneksel üretim yöntemlerinin (ve
hammaddelerinin) tamamen terkedilmesi üzerine kuruludur; buzdolabında
kullanılan gazın değiştirilmesinin ötesinde, ekonomik ömrünü bitirmiş bir
buzdolabının kendisinin, doğaya asla zarar vermeyen bir yöntemle ve üstelik
hiçbir fire vermeden, sıfır atıkla bir başka yeni ürünün hammaddesi olmasını bekler. Bu yanı ile C2C (bilimsel anlamda çözüm
üretilebilmiş alanlarda bile) tekil anlamda bir sanayici için maliyetlidir ve
serbest piyasa ekonomisinde rekabet üzerinde ciddi bir baskı / tehdit oluşturur;
böyle bir dönüşüm, toplumun (tüketici rolü ile toplumun) tamamen hazır olmadığı
bir pazarda, tek bir sanayicinin tek başına göğüslemekten çekineceği kadar
risklidir. Bu nedenle C2C, ne üreticiye ve ne de tüketiciye, yasalarla
dayatılamaz. C2C bir felsefedir ve
temel niteliği, her felsefi düşüncenin kabulünde önkoşul olan gönüllülük ilkesi üzerine kurulmuş olmasıdır; başarı şansı ise,
önkoşul olarak toplumsal bir kabulü gerektirir. Otoriter bir dayatma bu
felsefenin ve pazarın sonu olur. Temel koşul, yasa koyucunun iki yönlü tedbir
ve teşviklerle bu felsefeyi desteklemesidir:
a) Bu
felsefeye uygun üretim yapacaklara getireceği vergi muafiyetleri, hibe
yardımlar gibi teşvik vaadleri ile sanayiciye cesaret verirken, eski metodlarla
üretime devam edenleri caydıracak hukuki / mali tedbirleri almak,
b) Gerek
kendi ve gerek özel sektör ile üniversiteler bünyesindeki araştırma ve
geliştirme kuruluşlarına (ARGE) karşılıksız nakit fonlar, araç ve yetişmiş
insan (bilimsel kadrolar) tahsis etmek / edilmesini sağlamak.
Cradle to Cradle (C2C) felsefesi, öncelikli olarak devlet
politikalarında yer alması gereken bir zorunluluktur. Öte yandan, toplumsal bir
bilinci ve kabulü de gerektirir. İşte bu yönü ile C2C bir toplumsal trend olarak
da kabul edilmek zorundadır (C2C doğrudan bir bilim dalı değildir). Fakat diğer
bütün trendlerden çok daha fazlasıdır: insanın dünyadaki ölüm-kalım savaşıdır. İnsan
zihniyetindeki en temel kısır görüşü “ailem, evim, işim, aşım” egoizimini kırma
trendidir bu.
C2C kendi başına, trendler dünyasında bir paradigmadır.
İnorganik trendlerin reddi ve organik trendlerin kabulü anlamında bir kırılma
noktasıdır. Trendler artık C2C ’a
kadar ve C2C ’dan sonra diye ikiye
ayrılacaklardır. Yeni trend “dünyam, dünyam ve dünyam” olacak ve insan: ailesinin,
evinin, işinin, aşının, ülkesinin.... her şeyinin devamının sadece ve sadece bu
en tepedeki trende uyumluluğu oranında var olabileceğini kabul ve tasdik
edecektir.
C2C
deklarasyonundan yaklaşık 10 yıl sonra, 1997 senesinde “doğal kaynaklar yönetimi” uzmanı / bilim
insanı Janine Benyus “Biomimicry : Innovation Inspired by Nature”
adını verdiği (o güne kadar yazmış olduğu) 7.nci kitabı ile yeni
paradigmanın ilk çıkışını yaptı(11). 80’li yıllardan beri giderek daha sık kullanılan/görülen
“Biomimicry” terimini ilk kez popüler
hale getiren bu kitabı ile(12) bütün tasarımcıların dikkatlerini bu konuya
çekmeyi başardı.
Gerek C2C ve gerek Biomimicry akımlarını/felsefelerini öncüleyen, biofizik alanında biomedikal mühendislik dalının kurucusu ve
“biomimetics” terimini ilk kez
kullanan Amerikalı mucit, mühendis ve biofizikçi Otto Herbert Schmitt(13) adını anmadan geçmek, bu yazının “nesnel bir araştırma olmak” iddiasına büyük gölge düşürür. Doğadan ilham
alan / doğayı kopyalayan / atık=besin
paradoksunu (C2C: atık eğer besin ise
atık değildir) deklare eden bütün
düşüncelerin ilham kaynağı / kuramcısı / uygulayıcısı / öncüsü, bu büyük bilim
insanı / mucittir.
Biomimetics, bütün bilimsel alanlarda
kullanılması gereken, farklı birçok bilimsel alanı bir ortak paydada
birleştirebilen, çok disiplinli bir yaklaşım / felsefedir. Biyoloji,
endüstriyel tasarım, mimarlık, mühendislik gibi teknolojiye bağlı/bağımlı
alanlarda olduğu kadar, iş yönetimi gibi sosyal alanlarda dahi çözüm
üretilmesinde temel alınabilir / alınmalıdır. Tekrar etmekte fayda var ki Biomimetics
de (C2C gibi) kendi başına bir bilim dalı olmadığı için, çözüme giden yolda bir
usul / tarz / biçim / metod / sistem / gereklilik... olarak temel alınmalı yani
kendisine süreç içinde etkin bir rol
yüklenmelidir. Örneğin, Otto Herbert
Schmitt’in 1950’li yıllarda deklare ettiği, günümüzde bile halen deneysel
düzeyden çok da öteye gidememiş olan “biomimetics” düşünce biçiminin, Rusya’nın problem çözme
biçimi olan “TRIZ” e uygulabilirliği
konusunda yazılmış bir makalenin(14), bu
konularda araştırma yapmak isteyenler için
faydalı olacağına da inanıyorum.
Bu yazıda C2C
hakkında yazılmış -yerli ve yabancı kaynaklı- internet ortamında kolayca
bulunabilecek yazıların hiçbirini kullanmadım. Büyük çoğunluğu copy-paste
olsalar bile, yeterince açıklayıcı ve doyurucu bilginin (malumatın) kolayca
bulunabileceğini, konuyu salt öğrenmek isteyenlere yeteceğini gördüm. Pratikte uygulanmış ve
halen uygulanıyor olan, pazardaki örneklerinden de bu nedenle hiç bahsetmedim.
Bu yazıda, C2C’yi bir kavram /fikir / konsept olarak ele almayı ve tarihsel
süreç içinde izini sürmeyi tercih ettim. Böyle yaparak, C2C’nin (ismi hariç)
birdenbire ve bir(kaç) kişi tarafından
ortaya atılmadığını; insanlığın ortak
bir sorunu olduğunu ve bu soruna karşılık yapabileceği tek bir tercihinin
olduğunu bu yazının okuruna burada hatırlatmak istedim. Her kim her ne
zaman her nasıl dile getirmiş olursa olsun; o kim, o zaman, o şekilde insanlık için konuştu...
Özlem Devrim
Endüstri Ürünleri Tasarımcısı / Trend Uzmanı
@trendssoul
http://www.trendssoul.blogspot.com/
http://www.ozlemdevrim.blogspot.com/
kaynaklar:
(1)
http://www-history.mcs.st-and.ac.uk/Biographies/Ptolemy.html
(2) http://en.wikipedia.org/wiki/Alhazen
(3)
http://en.wikipedia.org/wiki/Salvino_D'Armate
(4)
http://en.wikipedia.org/wiki/Roger_Bacon
(5)
http://en.wikipedia.org/wiki/Zacharias_Janssen
(6)
http://en.wikipedia.org/wiki/Telescope
(7) http://en.wikipedia.org/wiki/Antonie_van_Leeuwenhoek
(8) http://www.mcdonough.com/
(9) http://www.braungart.com/
(10) http://www.epea.com/
(11) http://en.wikipedia.org/wiki/Janine_Benyus
(12) http://en.wikipedia.org/wiki/Biomimicry
(13) http://en.wikipedia.org/wiki/Otto_Schmitt
(14) http://rsif.royalsocietypublishing.org/content/3/9/471