11 Ekim 2002

TASARIM KAVRAMI ÜZERİNE BİR DENEME

© Özlem Devrim

Giriş
Batının Rönesans (renaissance: renascence: a rebirth: yeniden doğuş: canlan(dır)ma) devrine katılamadığımız ve sanayi devrimini de biz yapmadığımız için olacak, sanat / bilim / teknik
(ve daha birçok diğer) alanlarda kullanılan her kelimeyi, özgün aslından dilimize uyarlıyarak (adaptation) alıp kullanmak zorunluluğunda kalmışız. Bilimin / teknolojinin / sanatın....evrenselliği gereği, en doğrusunu yapmış olduğumuzu varsayabiliriz. Herhangi bir yeniliğin, özgün (original) kaynağında aldığı isim, o yeniliğin bir patenti (imtiyaz hakkı: privilege ) olarak kabul edilebilir. Bir dil bilimci olmadığım için, bu tespiti yapmakla yetinmek ve konu hakkındaki kişisel yorumumu kısıtlı tutmakla yükümlü olduğumun bilincindeyim. Ancak, bir adım daha atmak ve bir kaç şey daha söyledikten sonra, ana başlıktaki konuya gelmek istiyorum.
Dilimize uyarlanan kelimeler / isimler / kavramlar... dilimizde tam olarak “anlam /algı karşılıklarını” her zaman bulamamakta, profesyonel (professional: one working for pay) kullanıcılar arasında bile farklı yorumlara yol açabilmektedir.... Daha ötesi, özellikle soyut içerik
taşıyanlar, profesyonel kullanıcıları ile halk (izleyenler/seyredenler/okuyanlar...) arasında köprü olabilecek en temel öğelerinde bile ortak bir tabana sahip değildirler. Günümüzde, internet terimleri / kavramları / temel komutları... hakkında küçük bir araştırma yapmak; rönösans ve sanayi devrimleri ile dilimize geçen kelimelerle içine düştüğümüz sıkıntıyı bugün bir başka şekilde yaşamaya başladığımızı gözler önüne serecektir. Hiç değilse, dilimizde tam olarak karşılığı bulunanları kullanmaya özen göstermemizin gerekli olduğuna inanıyorum.
Bu yazımda, ana konuyu işlerken, dilimize adapta edilmiş kelimeler arasında Türkçemizde tam olarak karşılığı bulunanları (elimden geldiği kadar) parantezler içinde göstermeye çalışarak, gereksiz yere dilimizi (kendi kişisel görüşüme göre) nasıl kirlettiğimizi de göstermeyi amaçlıyorum.
“Tasarım Kavramı” nedir ?
Eğer, tasarım kavramının ne olduğu üzerinde anlaşmaya varabilirsek, ilişki / iletişim içinde bulunduğumuz / kullandığımız ürünlerin / nesnelerin hangilerinin “tasarım” içeriği taşıdığı ve hangilerinin bu içeriğin dışında kalıp, bilimsellik çerçevesi / teknolojik alan / teknolojik buluşlar içinde algılanması gerektiğinde fikir birliğine ( consensus: agreement in opinion, feeling, etc.; general agreement, as of opinion / hani Türkçede “konsensus” dediğimiz şey.) varabiliriz. Kavramların (concept: konsept) yanlış algılanması; insanların sosyo-ekonomik ilşkilerinde de yanlış gruplanmalarına / meslekler arasında alan kaymalarına / “endüstriyel tasarım” gibi yurdumda yeni yeşermeye başlayan mesleklerin başka ilgisiz mesleklerle ( endüstri mühendisliği gibi) karıştırılmasına (!) yol açmakta; endüstriyel tasarım (industrial design) üzerinde eğitim almış bireylerin mesleklerini terk ederek mimarlığın alt alanlarına kaymalarına, boş bırakılan bu alanın mühendislik ve teknik eğitim almış bireyler tarafından doldurulmasına, giderek zincirleme etkileşim (reaction) ile işyerlerinde paylaşım / dayanışma / işbirliği ile ürünlerin estetik / biçimsel rekabet şanslarını da zayıflatarak / yok ederek fabrika ( ve hatta yurdum) üretim verimliliğinin düşmesine... sebep olmaktadır.
Tasarım kavramını açıklamak için yapılmış pek çok değişik, kalıpsallaşmış cümleler var. Ben, bu
kalıpların hiç birini kullanmamak taraftarıyım. Tasarımın kendisi gibi, tarifi de ( içeriği değil ) tamamen öznel olmalıdır; kendi bilimsel sınırları içinde kalmak koşulu ile, her tasarımcının, kendi öznel tarifi olmalıdır. Zaten, tasarımcılığın ilk kuralı da bu öznellik / özgünlüktür. Ben, kavramın içeriğini ( kendi algıladığım biçimde ) anlatmak için yazıyorum; kaide / kural (dogma: a rigidly held principle or doctrine; a precept ) olsun diye değil. Doğal olarak da, fikirlerim tartışılmalıdır.
Tasarım kavramını öncelikle ikiye ayırarak başlamak, anlaşılmasını kolaylaştırmaya yarayabilir:
Doğanın tasarımları ve insanın tasarımları.
Bu ilk gruplaştırma, tasarım kavramının temel / özgün niteliklerinden de ilk üçünü ortaya çıkarır.
Birincisi: tasarım, en mükemmel örnekleri ile doğa tarafından yapılmış olduğuna göre, benzersiz /hayranlık uyandırıcı / kusursuz olmak özellikleri ile bir sanat eseridir. Sanatın ne olduğu sorusu, sanat eserinin nasıl ve nice olması gerektiğini içeren bütün sorular, doğanın tasarımlarında en tartışmasız / en doğru cevaplarını bulurlar.
İkincisi: varoluşundan bugüne / sonsuza kadar insanoğlunun yapmış / yapacak olduğu gibi, tasarım (eseri) kopya / taklit edilmek, kendisinden esinlenilmek ve benzerleri ile iletişim / etkileşim içinde olmak zaafı / zorunluluğu içindedir. Doğayı kopya / taklit edenlerin, hiçbir zaman doğanın yaratıcı gücüne erişemeyecekleri gerçeği ile yüzleşmek, kendilerinin de aynı hedefte oldukları bilinci ile durup dinlenmeye / kibirlenmeye / kendilerinden esinlenenleri küçümsemeye hakları olmadığı gerçeğini kabul etmek yükümlülükleri vardır. Burada dikkatleri çekmek istediğim husus, özgün bir tasarım eserinin kenarına köşesine yuvarlak hatlar (radius: yarıçap) atılarak kopyalanması kadar basit işlemlerden söz etmekte olmadığımdır.
Doğa tasarımlarının üçüncü özelliği, hoşgörü kabul etmez bir katılık taşır: insan tasarımları ölümlü, doğa tasarımları ölümsüzdür. İnsanın da becerebildiği ölümsüz tasarımları vardır elbette; zaten amaç, bu düzeye erişebilmektir (bir coca-cola şişesinde veya bir karınca sandalyede olabildiği gibi).
Yukarıdaki her üç özelliğe (şüphesiz) sahip olmalarına rağmen, doğa tasarımlarını bir başka açıdan analize ( bu kelimeyi, “analysis: the seperation of a complex material or conception into its elements” yani “ayrıştırma” anlamında kullanıyorum.) devam edelim.
Görsel / biçimsel / nesnel olarak algıladığımız doğa tasarımları, ( bakan değil ) gören göz / algılayan beyinde iki farklı duygu / izlenim / etki yaratır.
Birincisi: sadece sanatsal olup, biçimleri ile büyüleyici güzellikte olan / gören gözde soyut algılar
uyandıran tasarım eserleridir. Bu gruba bir örnek oluşturmak için gözlerimi bir an için kapattığımda, aklıma ilk gelen şey, Afrika’nın bilmem ne ülkesinden bir siyahi sevimlinin pazarda satmaya çalıştığı “dalları bir bilmece gibi birbirine dolaşmış ağaç kökleri” dir. Herkesin kendi örneği / gözlemleri vardır mutlaka.
İkincisi: Biçimlerinin yarattığı hayranlığın ardında; doğanın gücünü ve bilimselliğini / teknolojisini ( bilimi kullanmaktaki beceri / yetenek / usul / tarz ) de sessiz / sözsüz / işaretsiz ve üstelik mütevazi bir şekilde taşıyanlar. Örnek vermeye kalkışmak, doğaya saygısızlık olur.
O halde; doğa tasarımlarının her birinin sahip olduğu ortak üç özelliğini tespit ettikten sonra, birbirleri arasındaki iki farklılığı da gözlemleme yoluyla değerlendirmiş / kritik etmiş olduk.
“Kritik / critic” kelimesini, burada ( one who appraises the merit of other’s works, esp. artistic or literary) anlamında kullandım, ( one who censures ) anlamı ile değil !..
Bu iki farklı tasarımı, “salt sanatsal” ve “bilimsel tabanlı sanatsal” olmak üzere adlandıracağımız iki gruba bölmüş olalım. Fakat şunu asla unutmamalıyız ki, salt sanatsal olmakla bilimsel tabanlı sanatsal olmak arasında, belki de hiç bir fark yoktur, bu farkı belki de tamamen yapay olarak ben var saymış olabilirim; çünkü her ikisinin de varlık bulduğu alan, doğanın bilimsel alanıdır. Öyle veya böyle, her ikisi de aynı bilimsel kökenden geliyor, aynı bilimi kullanıyorlar; dışavurumlarında (biçimlerinde / işlevselliklerinde...) bir farklılık vardır sadece.
İnsanoğlu, sadece eserlerini değil, yöntemlerini de kopyalar doğanın. Bundan sonra yazacaklarım, insanın kendisi ve eserleri ile ilgili olacak; doğayı anlamadan insanı anlamanın olanaksız olduğuna inandığım için, yukarıda yazdıklarımın da “gereksiz laflar” diye yorumlanmayacaklarına inanıyorum. Amacım, tasarım kavramına kendi özgün tarifini getirmek isteyeceklere yol arkadaşlığı yapmak; fikir satıcısı olmak değil.
Tasarım kavramı; birbirlerini sıra ile takip eden / birbirlerine bağımlı üç kademeli bir işlemin,
“hayal-projelendirme-üretim” zincirinin, beyindeki algılanma kalıbının ifadesidir. O bir pakettir,
bir bütündür; herhangi bir aşamasından koparılarak ele alınamaz. Bir nesneye uyarlanmadıkça anlam kazanamaz. “Nesneye uyarlanmak” mutlaka bir nesne yaratmak anlamını da getirmez;
“somuta geçmek / hayat bulmak” anlamını içerir. Sadece beyinde var olabilen, projelendirilemeyen düşünceler, fikirler de “tasarım” değildirler. Sıra ile bu üç aşamayı inceleyelim:

Tasarım Kavramında Birinci Aşama
Birinci aşama; insan beyninde bir algılama / salt sanatsal veya bilimsel tabanlı sanatsal bir kurgu /hayal / paylaşılmak-dışa vurulmak istenilen bir duygu / var olmasına ihtiyaç duyulan bir istek / bilimin, kullanılması için insanda yarattığı bir etki / hayatta kalabilmek veya hayatı kolaylaştırabilmek için üretilmesi gerektiğini insanın hissettiği bir nesne... aşamasıdır. Bir düşüncenin ürünü olan her somut şey, önce düşüncede var olur.

Düşüncenin henüz üretmediği fakat kendi içinde yarattığı şey, tasarımdır ve soyuttur; henüz varolmamıştır fakat vardır !.. O bir ruhtur ve düşüncenin kendisini somuta üflemesini bekler. Bazı şeyleri, çok mükemmel görünmelerine rağmen beğenmez, para vermeye kıyamayız da olmadık şeylere dünyanın parasını verir, eve geldiğimizde kendimize de şaşarız. Bazen, başkalarının şaşkınlığa düştüğü basit şeyleri, en değerli parçamız olarak saklar, hatta sergileriz !.. Çoğu zaman onlar, anıların birer somut tabusu olmanın ötesinde, onu yaratan ruhun bizim ruhumuzla kurduğu frekansın objesel / nesnel birer simgesidirler, bilemeyiz. Öyle tasarımlar da vardır ki, fabrikalarda / atölyelerde üretilemezler de mesela bir şirkete yol gösterir veya bir komutana savaş kazandırırlar.
Tasarımın somuttaki ifadesi, salt bir nesne olmak zorunda değildir. Düşünce üretim merkezleri
(insanlar) arasında iletişim / etkileşim kurabilmek için çeşitli yol / yöntem / usul / nesneleri kullanan şiir / edebiyat / felsefe / matematik / müzik... gibi eylemler de tasarımın somuttaki ifadeleridirler. Tamamen bilimsel / teknolojik bir alan üzerinde kurgulanmış tasarım kıvılcımları, yaratıcısının öznel değerlerinden ( ruhundan / sanatsal yeteneklerinden ) herhangi bir değer taşımak keyfiyetinde olamaz ama içinde hayat bulduğu beynin (ruhun) öznel ve nesnel yetkinlik ve yeteneklerinden de ( örneğin: eğitim ve yaratıcılık) bağımsız olamaz. Bu bağlamda, bir laboratuarda çalışan bir kimya mühendisi bile bir tasarımcıdır; öncelikle “düşünme sanatını” icra ettiği için ve ikincil olarak da, diğerleriyle aynı yolu izlemediği için / kendi özgün araştırma yolunu çizdiği için.
“Konusunun beklentilerine uygun fakat prensip / disiplin / sistemlerine her zaman bağlı / uyarlı olmak zorunluluğu da olmayan (bazen tamamen aykırı)... her şey tasarımdır ve soyuttur.” şeklinde özetleyerek, tasarım kavramının birinci aşamasını böylece irdeledikten sonra; çok daha kolay anlaşılabilmesi ve ileri aşamalarda bize yol gösterebilmesi için, bu aşamayı üçe böleceğim:
Salt Sanatsal Tasarımlar: edebiyat / grafik sanatlar / tekstil / moda / resim ... gibi sanatlar.
Bilimsel Tabanlı Sanat Tasarımları: mimarlık ve endüstri ürünleri tasarımcılığı
Tamamen Bilimsel Tabanlı Tasarımlar: bütün mühendislik uğraşları.

Tasarım Kavramında İkinci Aşama
“Tasarım Kavramı” nın ikinci aşaması; projelendirilmesi, nesnel hale dönüştürülmesi için gerekli sosyolojik / ekonomik / sanatsal / bilimsel / teknolojik... disiplinlerin araştırılması, bu disiplinlere uyarlanması aşamasıdır. Burada kullandığım “project: proje” kelimesinin anlamı “a piece of research” yani “ Derinlemesine inceleme / araştırma yapılarak uygulanabilirliğini sınamak / sağlamaya çalışmak” anlamındadır. Hiçbir zaman “planını çizmek” gibi asal bir anlamı yoktur (gerekli ise elbette “proje” kapsamında “planı” da çizilecektir.) Her tasarımın, kendi öznel ve nesnel projesi vardır.
İşte, tasarım kavramının en çok yanılgılara yol açan aşamasıdır bu. Çünkü, “salt sanatsal tasarımlar” da bu aşama, kendine özgü bir nitelik taşır. Bilimsel girdileri, teknolojik bir disiplin altında kullanıyor olsalar bile, hiç bir zaman "teknolojiye bağımlı” değildirler. Bu yönleri ile, diğer iki gruptan ayrılırlar. Hayal / kurgu aşamasından “imalat / üretim” aşamalarına geçişteki ara süreçte, yani projelendirme sürecinde, yaratıcılarının öznel değerlerine tamamen bağımlı fakat teknolojiden diledikleri oranda yararlanmaları ( ve hatta teknolojiyi aykırı olarak kullanmaları)
keyfiyetleri / serbestlikleri vardır. Sanat denilince akla ilk gelen şeyler, bu grup içinde yaratılmış olanlardır: resim, heykel, moda, grafik sanatlar... gibi).
“Bilimsel tabanlı sanat tasarımları” nda ise, bu projelendirme aşaması, mimar / endüstri ürünleri tasarımcıları ile mühendisler tarafından ortaklaşa olarak paylaşımlı / dayanışmalı olarak yürütülür. Projelendirilmeleri, tamamen bilimsel / teknolojik alan sınırları içinde kalmak zorunluluğu taşır. Mimarlar, inşaat / makine / elektrik / jeoloji ...mühendisleri ile işbirliği yaparlarken; endüstri ürünleri tasarımcıları ise mühendisliğin istisnasız bütün dalları ile dayanışma / paylaşma içine girmek zorundadırlar ( kimya / metalurji / elektronik...)
Diğer taraftan, tamamen bilimsel taban / alan üzerinde kurgulanmış tasarım kıvılcımları, sanattan tamamen koparak mühendislik disiplinlerinin olmazsa olmaz kuralları arasında bilimsel araştırmalar / deneyler yapmak yükümlülüğü altına girerler ve proje aşaması, tasarımcısının sevk ve idaresi (keyfiyeti) altında değil, bilimin / teknolojinin / ekonominin... kendi öznel ve nesnel kuralları ile belirlenir. Bu tür tasarımlar, ister kendi başlarına kullanılabilir, ister bir bütünün parçaları olsunlar; kendi nesnel varlıkları içinde tasarımcısının ruhunu taşımayan, tamamen teknik / mekanik / dinamik / organik veya inorganik / ekonomik / bilimsel.... tasarımlar olarak, farklılık gösteren / farklılaşmış tasarımlardır. Ar-Ge, laboratuar gibi kendi özel ortam ve koşulları altında kendi özel proje faaliyetleri yürütülür. Sonuçta, (üçüncü aşamada / üretim) ortaya çıkan ürün, her ne olursa olsun, artık bir “özgün tasarım” özelliği taşımaz; içinde sanatsal bir öğe yoktur. Hatta, sonuçta ortaya çıkan ürün, nesnel bir varlıktan çok, sadece bir “formül” bile olabilir. o artık bir “buluş / icat / yenileme / geliştirme....”dir. Tasarım, kaynak noktasından çıktıktan sonra; gerek içeriği, gerek yöntemi ve gerekse nihai ürünü ile şekil değiştirmiştir. Başlangıçta o tasarımı kurgulamak bile başlıbaşına bir sanat ( düşünme sanatı ) iken, yöntem ve ürün, sanat dışı olmuştur. Elbette ki böyle bir ürün, sanat eserlerinde de kullanılacaktır, fakat artık kendisi sanat ürünü değildir. Sanatın hangi dalı olursa olsun, istisnasız varlığını bu buluşlara borçludur.

Yazımın giriş bölümünü şimdi hatırlayacak olursak, farklılığı daha iyi kavramak mümkün olabilir. Bir elma, formu ve rengi ile doğanın bir sanat ürünüdür; içeriği, besleyici değerleri ve vitaminleri ile de bir mühendislik harikasıdır. “İnsanoğlu, sadece eserlerini değil, yöntemlerini de kopyalar doğanın” diye yazdığım yeri hatırlayın. Mühendisin bulduğu bir ilacı, tıpkı bir elma gibi iştah açsın diye, renkli kapsüllerin içine koymak, kimden neyi kopyalamaktır?

Tasarımın projelendirilmesi aşamasını da ( projelendirilme gereksinimi kendi öznel koşullarına bağlı olan“salt sanatsal” tasarımları dışarıda bırakarak), ikiye ayırarak incelememiz gerektiğini, dikkatli okuyucuların anlamış olduklarından kuşkum yok.
Birinci grup: tamamen mühendislik disiplinleri altında yürütülen projeler;
İkinci grup : mühendislik ve mimarlık / endüstriyel tasarımcılık disiplinleri altında ortaklaşa yürütülen projelerdir.
Mühendislik disiplinlerini kullanarak, insanın yaşaması için gerekli her tür nesnenin, kendi özgün ruhundan (az veya çok ) katılarak tasarımlanması / projelendirilmesi / nihai ürüne dönüştürülmesi (imal edilmesi) işine “mimarlık ve / veya endüstri ürünleri tasarımcılığı” denir.
Mimarlık mesleğinde, tasarımın ikinci aşaması, yani projelendirilmesi, tasarıma amaç olan konunun, yani nesnesinin, tasarımcısının ruhunu taşımasını gerekli kılar. Küçük bir hap kadar,
küçük bir cep telefonu ve binalara kadar, hatta içinde yaşadığımız kentlere kadar... her nesnede, kendi tasarımcısının öznel değerlerini bulmak mümkündür / gereklidir. Herhangi bir yedek parça satan mağazaya gidip, arabanızın eskimiş / yıpranmış / çalışmayan bir parçasını satın almanızla, kendinize yeni (kullanılmış da olabilir) bir araba almanız arasında bir farklılık vardır. Arabanızın herhangi bir parçası, bir “mühendislik ürünü” dür; uymayan bir parçayı satın almak şansınız yoktur. Fakat, kendinize bir araba almak istediğinizde, seçme şansınız vardır. İmalatında kullanılan teknoloji / teknolojik ürünler, tercihinizi elbette etkileyecektir; paranız yeterli ise, mühendislik ve mimarlığın en mükemmel bileşkesine sahip olanı alabilirsiniz fakat en mükemmeller arasında en son sözü, gene mimarlığın ruhunda aramak / bulmak zorunda kaldığınızı görürsünüz. Tıpkı bir ev almak istediğinizde, deniz manzaralı olanını tercih etmek gibi, sizi, tercihinizi etkileyen bir “sanat”unsuru vardır burada; göz ardı edemezsiniz.
Yukarıdaki örnekleri okuyan kişide. eğer “mimarlıkla arabanın ne ilgisi var?..” diye bir soru oluştuysa (eğer daha önceden, bu sorunun cevabını bilmiyor idiyse) bu yazı amacına ulaşmış demektir. “Endüstri ürünleri tasarımcılığı” özü itibarı ile bir “mimarlık”tır. İlkel insanın taşı yontarak ürüne dönüştürmesi ile başlayan medeniyet sürecinde, el ele kol kola gelişip serpilmiş, kendi disiplinlerini yaratmış, sanayi devriminden başlayarak yollarını her geçen gün biraz daha birbirlerinden ayırmaya başlamış / farklılaşmış, aynı yöntemleri kullanan iki ayrı meslektirler.
Bilimsel / teknolojik alan üzerinde giderek birbirlerinden uzaklaşan; birbirlerini hem iten ve hem çeken iki farklı kutup gibidirler. Birbirlerinden asla kopamazlar; mimarlık, nihai ürünlerinin sayısını azaltıp içeriklerini büyütürken (küçük evlerin planlarından kentlerin / bölgelerin planlamasına geçiş) endüstri ürünleri tasarımcılığı ise, nihai ürünlerinin sayısını çoğaltıp içeriklerini küçültmekle ( cep telefonları, günlük kullanım araç ve gereçleri...) uğraşmakta,
bilimsel alan yayılıp büyüdükçe, birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar.

Tasarım Kavramında Üçüncü Aşama
“Tasarım kavramı bir pakettir / bir bütündür” demiştim. “Herhangi bir aşamasından koparılarak ele alınamaz. Bir nesneye uyarlanmadıkça anlam kazanamaz.” O halde, benim, kişisel olarak herhangi bir nesneye “tasarım ürünüdür” veya “tasarım ürünü değildir” demek için kullandığım kıstas (kriter) de ortaya çıkmış oldu: “doğa bunu yapmış olsa idi, bu ne olurdu?..” Bu yazıda, tasarımın üçüncü aşamasını; tasarımın nasıl ürün haline dönüştürüldüğünü incelemeyeceğim. Aykırı bir iş yapacak ve “tasarımın üçüncü aşamasına niçin geçilemediğini”
irdelemeye çalışacağım. Çünkü, benim kişisel (mesleğimle ilgili) ve duyarlı bir yurttaş olarak yurdumun endüstrisi / endüstrisinin geleceği ile ilişkili sorunlarım bu ilk iki aşamada halledilmeyecek olursa; endüstrinin, üretim (manufacturing) aşamasında dünya pazarlarında rekabet edebileceği kalite ve ucuzluğu yakalamakta ihtiyaç duyacağı en önemli avantajdan yoksun düşeceğine / dolayısı ile hiç boşu boşuna imalat yapmak için uğraşmasına da gerek kalmayacağına inanıyorum. Düşüncemi tekrar ediyorum: tasarım kavramı bir pakettir / bir bütündür. İlk iki aşamasının es geçildiği bir ülkede / endüstride asla “tasarım ürünü vardır” denilemez¸olmayan şey de satılamaz. Olmayan şeylere de kriter sorular yöneltilemez.

Türkiye’de Endüstriyel Tasarımın Durumu
Yurdumda, gerçekten bu mesleğin önemini kavramış ve bu yazıya sığmayacak kadar mükemmel bir anlayışla her üç aşamayı da uygulamakta olan, yurdum ölçeğinde dev şirketlerimiz var. Ancak, Türkiye’nin küreselleşen rekabetçi dünya pazarlarında yerini alabilmesi; hatta kendi iç pazarlarını bile koruyabilmesi, sadece bu sayılı şirketlerin çabaları ile olabilecek bir iş değildir.
Türkiye’nin bütün potansiyeli, (toplam sanayi kapasitesinin yüzde doksandan fazlası) KOBİ’lerinde gizlidir. Ancak, benim kişisel çabalarımla (çeşitli zaman ve çeşitli işletmelerle yaptığım iş görüşmeleri sonucu) tespit edebildiğim üç nedenle, bu potansiyel değerlendirilememektedir.
KOBİ’lerin çoğu, şahıs veya aile şirketleridir. Pek çoğu iç pazara ürün yapmaya alışmış, dünya standartlarının farkında olmayan, farkında olanlarının pek çoğu ihracat nedir bilmeyen... pek azı yüksek eğitim /kültür / vizyona sahip fakat iyi niyetli ve çalışkan / dürüst insanlardır bunlar. Çoğunluğu sıfırdan gelmiş oldukları için; muhasebe ile mühendislik alanları dışında kalan “endüstriyel tasarımcılık” gibi mesleklere şüphe ile bakarlar. Alışagelmiş oldukları gibi, ürünlerinin tasarımlarını ya kendileri yaparlar, ya da teknik ressamlara veya kalıp konstrüktörlerine yaptırırlar.
Mühendis çalıştıranları için zaten hiçbir sorun yoktur; tasarımın her üç aşamasını da mühendislerine yüklerler ( mühendisin tercih hakkı yoktur).
Gerçekten dünyanın farkına varmış, bir şeyler yapması gerektiğini gören işletme sahiplerinin ise
maddi olanakları kısıtlıdır. Bilgisayar yazılım fiyatlarının inanılması güç dolar bedelleri bir yana,
işe alacakları bir tasarımcıyı en az bir belki de iki yıl hiç bir randıman alamadan beslemenin (!) maliyetini hesaplamak, onları “insana yatırım yapmak” fikrinden derhal caydırır. Bu fedakarlığı
göze alacak olanlar için, gene bir başka kuşku vardır hiç şüphesiz; yetişmiş elemanı elde tutabilmek hiç de kolay olmayacaktır.

Üçüncü tespitim ise, kendim ve kendim gibi olanlarla ilgili: özellikle yeni mezun olduğu ilk yıllarda, ayakları yere basmayan tasarımcının tek hedefi / rüyası, yurdumun dev şirketlerinden birinde iş bulmak, paraya ve prestije sahip olmaktır. Zamanla hedefler giderek küçülür; idealist olanlar KOBİ’lerden birine razı olurlar fakat büyük çoğunluk, iç mimarlık gibi mesleklere yönelir.

Para kazanamasa bile prestiji (!) olur; arkasında bıraktığı KOBİ sahiplerinin ödedikleri vergilerle devlet okullarında okuduğunu unutur.

Sonuç
Doğanın kendisi, bir bilimsel alandır; doğa, bütün ürünlerini bu alan üzerinde, kendi özgün bilimsel disiplinleri ile yaratmıştır. İnsanın sosyo- ekonomik hayatında bu alanın karşılığı “mühendislik” tir. En aykırı, en uçuk ve disiplinleri yok varsayan en uç nesneler / tasarımlar bile, bu alan olmadıkça hayat bulamazlar. Halk dili ile “yamuk yumuk” bir heykelin varlığını, doğada başkalaşmış / bozukluğa uğramış organik veya inorganik bir varlık formunda da bulabiliriz. Gerçek (salt) sanatçı, kendi kurgusal dünyasında, doğa değilmidir? Yorumu, okuyuculara bırakarak, yurdumun endüstriyel gelişimi için gerekli olduğuna inandığım / tartışmaya açılmasını istediğim düşüncelerimi sıralıyorum:

Mühendisler / teknik eğitim almış insanlar, ( özel koşullar / ürünler ile özel kişiler yani yaratıcı, yetenekli ve üstelik tasarım konusunda yüksek lisans yapmış olanlar hariç) endüstriyel ürünlerde kabuk tasarımı yapmaktan kaçınmalı fakat tasarım yapılacak ortamı ve koşulları tasarlamalı / yaratmalıdırlar; mühendislik ürünleri su ve hava gibi “olmazsa olmaz” dırlar fakat arka planda, görünmez ve hissedilmez değildirler. Onların yokluğunda, hayat da olmaz; sanat hiç olamaz. Burada bir parantez de açmalıyım: Aynı üründe aynı teknolojiyi kullanan / kullanmak zorunda kalan mühendislik biliminin tek silahı biçim / form / estetiktir. Bu bakış açısı unutulmamalıdır.
Endüstri Ürünleri Tasarımı dersleri, özellikle kapalı akademik ortamlarda veriliyorsa, hiç değilse kilit dersleri vermek üzere mühendislerden “profesyonel öğretim üyeleri” olarak mutlaka faydalanmalıdırlar. Öğrenciler, “lay lay lom” havasından kurtarılmalıdır.
Bu eğitimi alan öğrencilere, mutlak surette meslek bilinci aşılanmalı; hatta orta öğrenimde bu bilince erişmiş ve istekli öğrencilere okula kabulde öncelik tanınmalıdır (?). Okul, mimarlık fakültesini kazanamayıp gelenler için bir “arka bahçe” olmaktan kurtarılmalıdır.
Mezun olan talebeler takip edilmeli, profesyonel hayatta edindikleri tecrübelerini okumakta olan arkadaşları ile paylaşmalarına olanaklar sağlanmalıdır.
Öğrencilerin, KOBİ’lerde staj görmeleri sağlanmalı, Türkiye’de endüstriyel gelişimin KOBİ’lerle
sağlanabileceği bilinci aşılanmalıdır. Yurdum ölçeğinde dev şirketlerde kendilerine yer kalmadığını görerek, hayal kırıklığına uğramaları (!) önlenmelidir.
KOBİ’lerle işbirliği yapılmalı, ortak projeler geliştirilmeli ve öğrenciler arasında tasarım yarışmaları açılmalı; kazanan öğrencilere teşvik olmak üzere, adlarına patent alınarak yarışma ödülü olarak ödenecek para, patent hakkının devrine sayılmalıdır. Patent, paradan daha tesirlidir.
Bütün KOBİ’lere mutlaka ulaşılmalı; bırakın mühendisleri, teknik ressamlar / kalıp kostrüktörleri ile model / biçim tasarlamaya / geliştirmeye çalışan girişimcilerimize “endüstriyel tasarım” anlatılmalı hatta beraber çalışacakları mezunlar temin edilmeli / bu konuda girişimci ile mezunlar arasında köprü kurulmalıdır. KOBİ’lerin tasarımcıya yatırım yapmaları teşvik edilmelidir.
Mutlak surette, “Öğretim Üyeleri / İlgili Bakanlık Yetkilileri / KOBİ Sahipleri / İlgili görülen tüm kişi, kuruluş veya kurum temsilcileri” nden oluşan özel bir organ kurularak; ihracata dönük, milli / kültürel yapıya dayalı bir tasarım / üretim politikası oluşturulmalı / bu politika doğrultusunda KOBİ’lere gerekli maddi destekler sağlanmalı / bürokratik zorunluluklar törpülenmelidir.

Endüstriyel Tasarım için atılacak pek çok adım daha var !..

Özlem (Yan) Devrim
Endüstri Ürünleri Tasarımcısı
Marmara Üniversitesi 1997

Uyarı: Bu makale, İst.Üsküdar 9.ncu Noterliğinde 11 Ekim 2002 tarih ve 33172 no.su ile adima tescil edilmiştir.