DÖNGÜSEL EKONOMİ = C2C / BEŞİKTEN BEŞİĞE = ERDEMLİ DÖNGÜ
'Tarihsel Süreci İçinde C2C'nin İzini Sürmek-2' Konsept Projeler Dergisi Mart / Nisan 2014 sayısında >>
'Tarihsel Süreci İçinde C2C'nin İzini Sürmek-2' Konsept Projeler Dergisi Mart / Nisan 2014 sayısında >>
Çoğunlukla
ekonomik söylemlerde kullanılan, Arapça/Farsça kökenleri ile fasit çember, günümüzde kısır döngü olarak bilinen kavramın karşıtı/zıt anlamlısı bizim
dilimizde hemen hiç kullanılmaz.
Fasit kelimesi “kötü, bozuk” anlamına gelen arapça kökenli
bir sıfattır (1). Çember (çenber) kelimesinin bu
kavramdaki rolü, “aynı uzaklık ve düzlemdeki noktalar kümesinin oluşturduğu bir
eğri” ye gönderme yapmasıdır. Bu
eğri, hepimizin bildiği gibi kapalıdır ve (ileri ya da geri) çizgisel hareketlere
izin vermez; sadece düzlemdeki yerini
daraltır veya genişletir. Kendi özel koşulları ile eleştirilmedikçe, linear
olmayan hareketlerin iyi ya da kötü oldukları önermesi yapılamaz; zıtlık esastan
kaynaklanmaz. Kavramın halk arasındaki kullanımında, sosyolojik/kültürel
vb. alanlarda fasit
kelimesi kısır ile karşılanır,
monoton bir döngüyü ifade eder fakat kısır olmak her koşulda fasit (kötü) olmak demek değildir; kötü
olan da her zaman kısır olmayabilir (örneğin, doğaya rağmen linear ilerleyen ekonomi).
Kavram, sadece ve sadece ekonomik anlamda kullanılıyorsa kısır anlamını alabilir çünkü özellikle azgelişmiş ülkelerin
tanımlanmasında, kalkınma serüveninin her defasında başladığı yere geri dönmesi
durumunu ifade eder.
İngilizce
dilinde bu ekonomik kavram, zıddı ile birlikte kullanılıyor. Virtuous circle ve vicious circle olarak
birbirlerini zıtlayan bu kavramlarda circle
kelimesi “bir döngü biçiminde kendi kendisini besleyen, birbirlerine
bağlı/bağımlı parçalardan oluşmuş zincirsel olaylar” anlamına gönderme
yapıyor(2). Vicious Circle, dilimizdeki
fasit çember kavramının karşılığı ve vicious kelimesinin tam karşılığı da fasit (kötü;bozuk ve hatta kusurlu; kötü niyetli; saldırgan
fakat kısır değil).
Virtuous circle kavramındaki
virtuous kelimesinin anlamı ise “erdemli,
faziletli; iffetli, namuslu”. İşte bu
kavramın (Virtuous circle: erdemli dönüşüm) gündelik dilimizde
kullanılan doğrudan (ve herhangi bir) yeri, karşılığı yok. Ekonomik ağırlıklı
bu kavramı diğerinde olduğu gibi,
sosyal/kültürel ve benzeri alanlarda, halk arasında/dilinde hiç kullanmıyoruz;
daha ötesi hiç bilmiyoruz. Oysa ki
dilimize ve bilincimize giderek yerleşen sürdürülebilirlik
(sustainability) ile Beşikten Beşiğe (Cradle to Cradle) kavramlarının kökeni, bu virtuous circle (erdemli döngü) içinde
yatıyor, hatta tam da kendisi. Hal böyle ama, diğeri/zıddı
gibi sosyo- kültürel alanımıza indiremediğimiz bu kavramın içeriği, bize
hiçbir şey ifade etmiyor. Yabancılaşıyor
ve/veya ötekileşiyor de diyemeyiz
çünkü ancak tanınan ve bilinen kavramlar/şeyler dönüşebilirler; farkında olmadıklarımız
ise bizim için “yok” hükmündedir.
Dünyamız
(ve hatta/belki de kainat) erdemli döngü sürdürüyor. Bir parçası olarak biz insanlar,
bu döngüyü kötüleştirmek için (farkında olmadan?) elimizden geleni yaptık. Yüzlerce
yıl yaptık; özellikle sanayi devriminden
sonra, 18.nci yüzyılın ikinci yarısından sonra yaptıklarımız, insanlık
tarihinde nasıl yer alacak, gelecek nesillerce nasıl yorumlanacak, tahmin etmek zor. Problemlerini çözmek ve yaşam
kalitesini yükseltmek için doğayı ve doğadaki canlıları, sistemleri, elemanları...
kopya etmesi (biomimetics , biomimicry) gerektiğinin
bilincine asırlar önce varan insan, kendisinin de doğanın bir parçası olduğunu ve
kopyalarken doğanın üretim yöntemlerindeki
döngüsel özelliğini de örnek alması
gerektiğini ya çok geç farketti ya da bilimsel / teknolojik yetersizliği
nedeniyle görmezden gelmek zorunda kaldı. Bu sorunun cevabını en güzel şekilde
gelecek kuşaklar verecekler.
Bildiğimiz
ilk biomimicry örneklerinden biri,
Leonardo da Vinci (1452-1519) tarafından, kuşların nasıl uçabildikleri
konusunda yapılan anatomik araştırmalardır. Hiçbir zaman uçamamış olsa da,
tarihteki ilk “uçan makina” çizimleri
O’na aittir. Hezârfen Ahmed Çelebi (1609 - 1640), 17. yüzyılda Osmanlı'da
yaşamış Müslüman Türk bilginidir ve kendi geliştirdiği takma kanatlarla
(1623-1640 yılları arasında) uçmayı başaran ilk insan olmuştur. Gerek Leonardo
da Vinci ve gerekse Hezarfen Ahmed Çelebi’nin, uçma konusunda deneyler yapmış, 10. yüzyıl Müslüman Türk alimlerinden İsmail
Cevheri'den ilham aldıkları söylenir(3).
İlk uçan makinayı (1903) yapan Wright
kardeşler de güvercinleri gözlemleyerek aldıkları ilhamla bu ilki
başarabildiler. Öncesi ve sonrasındaki pek çok örneği bir kenara bırakırsak,
biomimicry / biomimetics alanındaki en önemli buluşlardan birinin, spor,
sağlık, savunma sanayi, nanoteknoloji alanlarında çığır açan, gecko isimli hayvanın ayaklarındaki
yapışma yeteğinin 2002 yılında keşfi ve kopya edilebilmesi
olduğunu söyleyebiliriz(4). Adını ilk kez (1950’li yıllarda) Otto Herbert
Schmitt (5) koymuş olsa da insanoğlu, biomimicry
/ biomimetics(6) kelimesi ile kavramlaştırılan “biyolojik
yapısal özellikleri teknolojik alanda kopyalamak” eylemini, medeniyet
yolculuğuna başladığı ilk günden beri yaptı, yapacak.
Dünyamızdaki
doğal hayat, “erdemli döngü”nün en mükemmel örneğidir. O kadar mükemmel ve o
kadar erdemlidir ki bir timsahın gözyaşları bile atık değildir; arılar,
kelebekler ve diğer böcekler bu gözyaşlarını içerler(7). İnsan, bu döngüde hergün yeni bir şey
keşfediyor fakat neden bu döngüdeki mucizeleri teker teker kopyalamaya
çalışırken, bu döngünün en temel özelliği olan erdemini görmezden geliyor?
Atıkların,
kabul edilebilir düzeylere kadar azaltılması yolunda ilk adım, 1965 senesinde
Amerikan Kongresi’nde kabul edilen “The Solid Waste Disposal Act (SWDA)”
kanunudur(8). Avrupa kıtasında ise atıklar konusu, İsviçreli mimar Walter
Stahel(9) ile Genevieve Reday tarafından yazılan ve Brüksel’deki Avrupa
Komisyonu’na 1976 yılında sunulan bir araştırma raporunda, ilk kez dile
getirildi. ‘The Potential for
Substituting Manpower for Energy’ isimli bu raporda yazarlar, circular economy (döngüsel ekonomi) adını verdikleri bir taslak ekonomi
modeli üzerinden iş yaratma, ekonomik rekabet, kaynakların korunması, atıkların
önlenmesi konusundaki öngörülerini dile getirdiler. Bu rapor, 1982 senesinde ”Jobs
for Tomorrow, the Potential for Substituting Manpower for Energy” adıyla bir
kitap olarak yayımlandı. Günümüzde bu faktörler, sürdürülebilir kalkınmanın 3
temel direğine gönderme yapıyorlar: ekolojik, ekonomik ve sosyal uyumluluk(10).
1987
yılında yayımlanan “Economic Strategies of Durability – longer product-life of
goods as waste prevention strategy” isimli raporlarında yazarlar, circular economy içindeki ekonomik aktörlerin, throughput economy (birim zamanda
üretilmiş şeylerin/işlerin miktarını temel alan, çizgisel ekonomi) içindeki rakiplerinden daha yüksek
karlılıklara ulaşabileceklerini kanıtladılar.
Bu
rapora bir tepki olarak 1987 yılında bazı uzmanlar, varolan ekonomik model (throughput economy / linear economic model)
ile uyumlu olmasının da avantajını
kullanarak, ürün sorumluluğu ilkesini temel alan, from
cradle to grave (beşikten mezara) ismini verdikleri bir modeli, circular
(loop) economy modeline alternatif
olarak öne sürdüler. Stahel, gerçekten sürdürülebilir çözümün, cradle back to cradle modelinde
gösterdikleri şekilde, kendisini tekrar eden, yenileyen dayanıklı ürünler ile olabileceğini ısrarla savundu. Bu tartışmaların olduğu dönemlerde Stahel,
kendisini destekleyen Michael Braungart isimli bir kimyager ile Almanya’da
çeşitli konferanslarda bir araya geldi ve akıntıya karşı kürek çektikleri durumlarını
tartıştılar(10).
Michael
Braungart, 1958 doğumlu bir Alman
kimyagerdir(11). 1985 senesinde Hannover
Üniversitesinde PhD’sini tamamladıktan sonra, Greenpeace(12)
bünyesinde daha önceden kendi
kurmuş olduğu Greenpeace Chemistry’nin (Greenpeace Kimya Departmanı) liderliğini
yüklendi. 1987’de Hamburg’da, Greenpeace
Chemistry bünyesinde EPEA’yı (the Environmental Protection Encouragement
Agency) kurdu(13) .
Bir
yıl sonra, 1988 senesinde EPEA, Greenpeace bünyesinden ayrıldı. Ürünlerin ve
sistemlerin tasarımında biomimetic
yaklaşımı öngören Cradle to
Cradle Design(14) modelini tanıtmak, yaymak, uygulamak, EPEA’nın temel kuruluş amacı idi ve bugün kar
amacı gütmeyen bir kuruluş olarak faaliyetini sürdürüyor. Cradle to Cradle, McDonough
Braungart Design Chemistry (MBDC) danışmanlık şirketi adına tescilli ticari bir markadır. 2002 yılında Braungard ve
Amerikalı mimar William McDonough, “Cradle to Cradle: Remaking the Way We Make
Things” isimli bir kitap, cradle to cradle design modelinin hayata
nasıl geçirilebileceğinin özgün detaylarını veren bir manifesto yayımladılar.
İnsanlık
tarihinde yapılan küçük ve basit bir araştırma, yaşam kalitesini yükseltmek ve
problemlerini çözmek konusunda insanın, henüz bilimsel, teknolojik düzeyinin
çok düşük olduğu zamanlarda bile, doğayı incelemesi/taklit etmesi/örnek alması
gerektiğinin idrakinde olduğunu gösteriyor. Üretim yol ve yöntemlerinin doğanınkilerle
birebir aynı olması elbette imkansız; bunun böyle olabilmesini ummak bile hayallerin
ötesine geçer. Fakat hiç değilse
üretimini, bilimsel ve teknolojik yeterliği oranında da olsa, Erdemli
Döngü prensipleri içinde yapması gerektiğini idrak etmesi, neden bu kadar gecikti?
Traji-komik olan ise, bu idrakin bile henüz teorik alanda kaldığı, pratiği için
bir avuç gönüllü kişi ve kuruluşun adeta çırpınıyor olması. “Gerekli hammaddelerin elde edilmesinden, üretim yol ve yöntemlerinin uygulanışına kadar
olan bütün aşamalarda doğaya karşı bir saygısızlık, hoyratça bir saldırı var”
cümlesini okuyacak herhangi birinin aklına ilk gelecek şey, herhangi bir sanayi kuruluşu olacaktır ama
asla ve asla, kendisi olmayacaktır. Plastik, kağıt, cam, metal... evsel
atıklarını ayrı ayrı paketlemeyen, dişlerini fırçalarken musluğu kapatmayan bir
insanın, tipik ve sadece insana özgü bir savunma mekanizmasıdır bu cümleye
vereceği tepki: ben değil, o!..
Hem
türdeşlerine, hem diğer bütün canlılara ve hem de bütün bir doğaya düşman olan
tek yaratık insandır. Bu genetik yapısından dolayıdır ki Erdemli Döngü prensipleri içinde hayat sürmesi neredeyse
imkansızdır. Böyle bir hayat tarzına çağrışım yapan kavramları bile görmezden
gelir, dışlar, hiç kullanmaz. Bilimsel araştırmalar gösteriyor ki toplumlar,
kullandıkları ortak dildeki kelimeler ve kavramlar ile tanımlanabilirler;
insanlığı bir bütün olarak değerlendirmenin de bir yoludur bu. Neredeyse hiçbir
toplumda, sosyo-kültürel hayata inmemiş bir kavramın içeriğinin, sadece ve sadece ekonomi ile içli dışlı olmak
zorunda kalan sermaye sahiplerinden bekleniyor olması da insana özgü tipik bir (paradoksal)
bencillik örneğidir bu anlamda.
Cradle to Cradle
felsefesi, ekonomik alandaki vicious
circle (kötü döngü) karşısında bir duruş / direnç sergiler. Ekonomik alandaki oyun kurucuların Erdemli Döngü hareketine katılmalarını teşvik eder. Ancak, teorik alanda değilse de
pratikte, piramidin tepesine yönelik bir
teşviktir / söylemdir / felsefedir ve (bana) toplumsal değişimi yukardan aşağı
doğru dizayn etmeyi amaçlıyor görüntüsü verir. Tarih göstermiştir ki bu
imkansız bir çabadır, bütün örnekleri tarihin karanlık sayfalarına gömülüp
kalmışlardır. Genel anlamda tarihi incelemeye bile gerek yok; sadece Cradle to Cradle felsefesinin doğuşundan
günümüze izini sürmek bile bu tezi doğrular: aradan geçen bunca zamana rağmen,
tüketicinin bilincine yerleştiği iddia edilemez.
Sanayi
Devrimi’nin 1750’de değil, 1800 senesinde başladığını varsaysak bile, benim
izini sürebildigim ilk Erdemli Döngü hareketi (Amerikan Kongresinden geçen 1965 tarihli
yasayı bir kenara bırakırsak) 1976
senesindeki bir araştırma raporu ile başlıyor: tam 176 yıl sonra!. Üstelik,
hareketin başlamasından bugüne, neredeyse 38 yıl geçmiş. O gün doğmuş olanlar,
bugün orta yaşa gelmiş, çoluk çocuk sahibi olmuşlar. Hareketin kurucuları da
halen yaşıyor. Bir ömür verdikleri circular economy (loop economy) modelinin, bugün bilindiği şekli ile cradle to cradle felsefesinin, insanlık
bilincindeki yerini sorguladıklarında neler hissettiklerini düşünmek bile istemiyorum.
ABD
ve Avrupa Birliği ülkelerindeki tüketicinin bilincinde bir şeylerin
kıpırdadığı, hareketlendiği, değişmeye başladığı mutlak fakat belli ki yeterli
değil. Hareketin (dünya ölçeğinde) aşağıdan başlaması lazım fakat entelektuel
kesimin bile büyük bir çoğunluğu bunun farkında değil ya da umursamıyor. Çünkü
bu hareket (halkın dışında) salt devletler (ve holdingler) arasında ekonomik bir trend olarak görülüyor. Hatta,
bu felsefeden “ikinci sanayi devrimi” diye bahsediliyor. Bir trend olduğu kabul
edilebilir; C2C’den önce ve C2C’den sonra diye kategorik bir ayrım
bile söz konusu edilebilir fakat bu haliyle asla bir (2.) sanayi devrimi değil; olmadığı konusundaki temel çelişkilerini
şöylece (ve kısaca) açıklamak mümkün:
(Birinci!.)
Sanayi Devrimi, insana (halka) rağmen (halk için) yapıldı; devlet öncülüğünde,
devlet teşvikleri ile yapılan planlı bir hareket (bir süreç) idi. O dönemde
İngiltere’de yaşayan insanların hayatları altüst oldu, sosyal patlamalar
yaşandı. Bir nesil acı çekti fakat (devrimin) planlaması mükemmeldi: sonuçta
insan(lık) kazandı. İnsana rağmen başla(tıl)mıştı ama aslında insana karşı
değildi; o günlerde hiç hesaba
katılmayan doğaya karşı idi. Doğanın “gerçek kaybeden” olduğunu ise, ancak bugün
anlıyoruz: devrimlerin karekteridir bu, win-lose sistemleridir devrimler ve
sonsuza kadar sür(e)mezler.
Fakat
şimdi, günümüzde doğa, kendi hayat damarları kurudukça bizimkini de kurutuyor,
intikamını alıyor; hem doğanın ve hem de insanlığın, her iki tarafın da
kaybettiği kısır bir süreç yaşıyoruz. C2C bu bağlamda bir (2. endüstriyel) devrim
olamaz çünkü C2C halka rağmen (karşı) değildir: başlangıcında halkın (bir
neslin) bir bedel ödemesi gerekmez. Tam tersine, devlet öncülüğünde, devlet
teşvikleri ile fakat halkın gönüllü birlikteliği ile yapılmak zorunluğu vardır; “halk için, halka
rağmen” değildir. C2C doğaya da karşı değildir, “doğa için” dir; kaybedene uzatılan
bir barış elidir, bir “özür” dür. Bu bağlamda C2C bir devrim olamaz çünkü
kaybeden taraf yoktur, çünkü her iki
tarafın da kazanmasını amaçlar: C2C kazan-kazan (win-win) felsefesi ile ( insan
ile doğa arasında) bir barış çağrısıdır.
C2C,
insanın tekerleği bulması gibi, tarihinde çığır açacak bir buluş değildir;
Amerika’nın keşfi de değildir. Endüstride
yepyeni bir çığır açan nanoteknoloji bilimi hiç değildir. Grafen denilen
malzemenin üretilmesi ve endüstride kullanılmaya başlanması bir devrimdir;
yarınlarda quantum bilgisayarların üretilmeye başlanması ile (endüstriyel)
devrimlerin en büyüğünü görecek insanlık. Hangi bağlamda ele alınırsa alınsın,
C2C bir devrim değildir, bir “uyanış” tır.
C2C (halkın dışında) salt devletler (ve
holdingler) arasında ekonomik bir trend olarak görülüyor ya, hal böyle olunca,
ekonomik alandaki oyun kurucular (devlet
/ sermaye sahipleri / ARGE kurumları... )
değişim dinamikleri olarak
algılanıyor ve entelektuel kesim, kendi
içinde konunun sohbeti ile yetinirken halk (ın bilinçli kesimi) beklemeye geçiyor, talep baskısı
yarat(a)mıyor. Oysa ki devlet otoritesi
böyle bir ekonomik modeli tepeden kanunlarla bastıramaz; teşvik edebilir ve
gerekli tedbirleri alabilir ancak. Ekonominin içinde, üretim zincirinde yer
alan oyuncular, bir bütün halinde ve anlaşarak
dönüşümü başlatmak isteseler bile, sermayeden talebe, bilimsel/teknolojik
yetersizliğe kadar birçok engelle karşılaşırlar. Ürünlerinin imalatı için (bilimsel/teknolojik)
alt yapısı hazır ve yeterli olanlar arasında, teker teker uygulamaya geçmeye karar verenler ise ilk dönüşüm maliyetlerini
ürünlerinin fiyatlarına yansıtamazlar çünkü pazardaki rekabette, talep
yetersizliği nedeniyle çok zorlanırlar (
ya da biterler). Kurumları da insanlar gibi yaşayan organizmalar olarak kabul
ediyorsak (circular economy modelinde ispatlandığı üzere uzun dönemde karlılığa
geçecekleri kesin olsa da) neden bir
trend(!) uğruna riske girsinler?
Amerika
ve Avrupa ülkelerini biraz gözlemlemek bile (bana) gösteriyor ki Circular Economy ya da Cradle to Cradle, adını ne koyarsak koyalım, genel analizde bu felsefe toplumun en alt katmanlarında kabul
görmedikçe, bir arpa boyu bile yol alamayacak, hep teoride kalacak. Kendi
ülkemizde ise bu felsefeyi, topluma C2C ismi
ile anlatabilmenin / kabul ettirebilmenin çok zor ve hatta imkansız olacağını
düşünüyorum.
Burada
ve her yerde, beşikten başlayarak insanları erdemli yaşam döngüsü içinde doğayla barışık, bütünleşik bir hayat
sürmeye ikna edemedikçe; bu yolda talep
baskısı oluşturmaları gerektiğine inandıramadıkça, kavramın içeriğinin “entelektüel tabaka” ve pratiğinin ise “çok güçlü markalar”ın
altına asla in(e)meyeceğini düşünüyorum.
Çevreyi
adeta “kendimize hediye edilmiş bir mal” gibi görme zihniyeti ve lüksünden kurtulabilirsek;
doğanın
bir parçası olduğumuzu bir an bile unutmaz ve doğal yaşama zarar veren
uygulamalardan vazgeçmezsek; çevreden faydalanırken atıklarımızla çevreyi
kirletmemeyi ilke edinebilirsek; atıklarımızı tekrar üretim zincirine
sokabilirsek.... bindiğimiz dalı kesmezsek, fasit çembere girmezsek... C2C felsefesi
ile yaşamayı bir bütün olarak becerebilirsek ne ala, yoksa (suya, havaya,
toprağa karışacak) kendi nano atıklarımızla kendi DNA’larımızı bile mutasyona
uğratacağız.
Özlem Devrim
Endüstri Ürünleri Tasarımcısı & Trend Uzmanı
@trendssoul
http://www.trendssoul.blogspot.com/
http://www.ozlemdevrim.blogspot.com/
Kaynaklar:
(13)
http://www.epea.com/